Mezuniyet Töreninde Konuşma

Bilkent Üniversitesi, 17.06.2003

Prof. Dr. Mustafa Pultar
 
 

Mütevelli Hey’etin Sayın Başkanı, Sayın Rektör, değerli konuklar,
 

Bu kapıdan girdiniz, beş altı yıl oluyor,
Dönem dönem ardarda, ne de çabuk geçiyor,
Üniversite bitmiş, herkes gurur duyuyor,
Bu ne güzel bir gündür, neş’e verir görene!

Keyfi kekâ veliler, oturmuşlar oraya,
Boz cüppeli hocalar, dağılmışlar araya,
Sıfır üçlü mezunlar, dizilmişler sıraya,
Bu ne güzel bir gündür, hoş geldiniz törene!

Böyle güzel bir günde, konukları sıkamam,
Büyük lâflar ederek, kürsülere çıkamam,
Nasihatlar eyleyen, konuşmalar yapamam,
En iyisi bir masal, hoştur kulak verene.
 
 

Efendim!

Yollar saçak, sular pürçek,
Kimi yalan kimi gerçek,
Hikâyedir bunun adı,
Anlatmakla çıkar tadı.
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, memleketin birinde, hali vakti yerinde, bir karı kocanın nurtopu gibi bir çocukları olmuş. Parmakları yumuş yumuş, yüzü pembe gül gibi, tombiş bir oğlan çoçuğu imiş. Nineler, dedeler gelmişler, bakmışlar “bunun adı olsa olsa Güloğlan olabilir” demişler. Herkesin kendi çocuğu dünyanın en güzel, en zeki çocuğudur ya, Güloğlan da öyle, dünyanın en güzeli, gözleri fıldır fıldır, dünyanın en zeki çocuğu imiş. O kadar zeki imiş ki, yattığı minderin altına sigara kağıdı koysan, minderin yerden yükseldiğini anlayıverirmiş.

Anası babası Güloğlan’a el bebek, gül bebek bakmışlar, kuştüyü yataklarda yatırıp, maşallahlar takmışlar. “Gak” demiş yağ vermişler, “guk” demiş bal vermişler. Gel zaman, git zaman, Güloğlan serpilmiş, büyümüş, olmuş civan gibi bir delikanlı. Olmasına olmuş ama pek de havaî olmuş. Aklı hep oyunda, fikri hep oynaşda imiş. Anası babası bakmışlar ki olacak gibi değil, “biz bunu yağla balla büyüttük, ama aklı biraz cılız kaldı galiba” deyip, tutmuşlar hocalara vermişler, “alın bunu adam edin, aklını göğe erdirin” diye.

Hocalar, kimi kerli ferli kimi zıpır mıpır, kimi yaşlı başlı kimi karakaşlı, kendi halinde adamlarmış. Rütbeleri siyah kerteli, yakaları elvan kadifeli, boz rengi cüppeler giyer, işliklerden dersliklere seğirtir, büyük lâflar ederlermiş. Güloğlan “gak” demiş diferansiyel denklem vermişler, “guk” demiş “Hamilton-Jacobi teoremi” vermişler. Güloğlan “kimdir” diye sormuş, Lukacs’tır demişler, Heidegger’dir demişler, Le Corbusier’dir demişler, “nedir” diye sormuş “yapısalcılıktır” demişler, “harmonik osilatördür” demişler.

Böyle “gak guk” diye diye, “paleografi, Modigliani-Miller teoremi, postmodernizm” diye diye yıllar geçmiş, devran dönmüş, günlerden bir gün hocalar ana babayı çağırıp “gelin Güloğlanınızı alın, hem aklı dolmuştur hem de ruhu taşmıştır” demişler. “Artık adam olmuştur, aklı göğe ermiştir” diye kara cüppeler giydirip, törenler yapmışlar. Postmodern masallar anlatmışlar. Hep beraber kırk gün kırk gece düğün dernek eylemişler.

“Onlar ermiş muradına” demek gerekiyor burada. Ama, hele bir yol durun bakalım, öyle kolay kolay kerevetlere falan çıkmak yok.

Babası demiş ki: “Gel bakalım Güloğlan! De bakalım ne dersin, şimdi hayatta n’edersin?” “Vallahi pederim, bilmem ki ne ederim! Kafama doldurdular bu diferansiyel denklemleri, Derridaları, paleografileri! Hendeği aştım, aşırdım, ama ne edeceğimi de şaşırdım” demiş Güloğlan. Ne de olsa babası bilge adammış, “O zaman” demiş “al sen şu beş kuruşu, var gez şu yalan dünyayı, anla Hanyayı Konyayı”.
 

Güloğlan akşamdan çıkınını derler. Erken yatıp seher vakti yola düşer:

Tepelerden yel gibi
Derelerden sel gibi
Hamza pehlivan gibi
Varır Maçin diyarına
Maçin diyarının padişahı halkının mutluluğu için bir yol yaptırmışmış. Ama yolu açmadan önce bir yarışma düzenler. Ortaya yüz adet çil altın koyup “yolumdan en güzel geçen kişi bu altınları kazanacak” diye duyurur. Herkes, düşüne taşına, başını kaşına kaşına, birbirine “Yahu! Yoldan güzel geçmek nasıl ola ki?” diye sorar. Kimisi elvan renkli yaldızlı, kimisi som Mercedes yıldızlı arabalara binerler. Kimisi sırtına gümüş sırma kaftanını, kimisi ayağına NikeID spor pabucunu geçirir. Herkes kendine göre yoldan şöyle bir güzel geçip padişahın karşısına dizilir. Dizilirler ama hep bir ağızdan derler ki: “Padişahım! Yolun çok güzel olmuş! Olmasına olmuş ta, orta yerinde bir moloz yığını var, hep ona takılıp takılıp düştük” diye şikayet ederler.

Derken, efendim, üstü başı yırtık pırtık, yüzü gözü yara bere içinde Güloğlan çıkagelir. Elinde de bir kese. “Padişahım, kusura bakma! Yolda bir moloz yığını vardı. Başkaları takılmasın, şunu temizleyivereyim derken vakit geçmiş, geç kaldım. Molozun altından da bu kese çıktı, olsa olsa yolu yaptıranındır” diye keseyi padişaha verir. O zaman padişah keseyi açar, içindeki çil altınları çıkarır, herkese gösterir. Der ki: “Yol ne yolu olursa olsun, ister benim yolum, ister hayat yolu. Bir yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelecekler için o yoldaki engelleri kaldıran kişidir. İşte onun için de bu ödülü Güloğlan kazanır” diyerek keseyi ona verir. Güoğlan keseyi alır, padişahın eteğini öper. Der ki: “Yolların daim, hükümetin kaim olsun padişahım! Ama kusurumu affeyle, ben kalamam! Benim kaderimde bu yalan dünyayı dolanmak yazılı”.
 

Güloğlan akşamdan çıkınını derler. Erken yatıp seher vakti yola düşer:

Konaraktan göçerekten
Lale sümbül biçerekten
Kahve tütün içerekten
Dahil olur memleketin birine
Ol memleketin sultanı da aklı başında bir adem imiş. Halkının mutluluğunu düşünür, başarılı olanları ödüllendirirmiş. Bu maksatla da yeni bir makam kurmuşmuş. Makama kimin oturacağını belirlemek için bir sınav düzenler. Duyurur ki: “Bu makama, neden kendisinin en çok yaraşacağını anlatan kişi gelir oturur”. Herkes düşüne taşına, başını kaşına kaşına, birbirine “Yahu! Makama yakışmak için ne yapmak gerekir ki?” diye sorar. Biri meydana çıkar der ki: “Benim atlarım var, katlarım var, yatlarım var. Hisse senetlerimin, tahvillerimin desen haddi hesabı yok. Hergün katlana katlana büyür. Senden başka, sultanım, bu dünyada benden güçlü kimse yoktur. Onun için bu makama en çok ben yaraşırım.” Sonra bir başkası gelir der ki: “Benim askerlerim var, uçaklarım var, lalalarım var, uşaklarım var. Dediğim dedik, buyruğum buyrukdur. Yola gelmeyeni altederim, gider ırak ülkeleri fethederim. Herkes önümde tir tir titrer. Senden başka, sultanım, bu dünyada benden güçlü kimse yoktur. Onun için bu makama en çok ben yaraşırım.”

Derken, efendim, üstü başı yırtık pırtık, yüzü gözü yara bere içinde Güloğlan çıkagelir. “Sultanım, kusura bakma, geç kaldım. Gelirken yolda yıkık bir han gördüm. Dibinde de aç sefil birçok gariban, yalınayak başı kabak birçok çocuk. Maçin padişahının verdiği altınları da kattım. Hep beraber hanı tamir ettik. Şimdi gelen geçen handa kalır, yuvunur, dinlenir. Hancının da, aşçının da, tımarcının da hepsinin işi vardır. Çoluğun da çocuğun da karnı toktur, derdi yoktur” der. O zaman sultan, Güloğlanı makam koltuğuna oturtur. Der ki: “Makam, ne makamı olursa olsun, ister benim makamım, ister hayat makamı. Bir makama en yaraşan kişi, o makamın insanlara vereceği mutluluğu düşünen kişidir. İşte bu sınavı da Güloğlan onun için kazanır”. Güloğlan sultanın eteğini öper. Der ki: “Makamların daim, hükümetim kaim olsun, sultanım! Ama kusurumu affeyle, ben kalamam! Benim kaderimde bu yalan dünyayı dolanmak yazılı”.
 

Akşamdan çıkınını derler. Erken yatıp, seher vakti yola düşer:

Az gider, uz gider
Dere tepe düz gider
Altı ay bir güz gider
Varır Yemen diyarına
Yemen yeri alış veriş yoludur, binbir türlü adem ile doludur. Çarşı yeri sazlık samanlık, öte yanı da tozluk dumanlık. Bir yanında demirciler demir döğer deng ile, bir yanında boyacılar boya boyar binbir çeşit reng ile, bir yanında Ali-i osmanî devleti Urus ile ceng eder, top ile tüfeng ile.

Derken, efendim, üstü başı yırtık pırtık, yüzü gözü yara bere içinde Güloğlan çıkagelir. Çarşı pazar dolanırken, bakar ki aksakallı ademin biri havuzdan suyu tasla alır, ona buna dağıtır. Dağıttığı su bildiğin su desem, değil! Tastaki sular birdenbire altın kesiliverir. Üstelik de havuzun suyu değil azalmak, çoğalır durur.

Aklı şaşan Güloğlan, gider adama der ki: “Kolay gele Adem Baba! Bu ne biçim iştir, bu ne biçim sudur. Hem altın kesilir, hem de çoğalır durur. Bunun kerameti nerdedir?” diye sorar. Adem Baba bakar Güloğlan hem delikanlı, hem de yeni mezun. Der ki: “Bak oğlum! Bu su bildiğin bir sudur, ama sihirli bir sudur. Adına bilgi derler. Çoğaltmazsan akar gider, dağıtmazsan kokar gider. Dağıtırsan altın olur, ardı arkası kesilmez”. Güloğlan, suyunu alır, Adem Babanın elinden öper. Der ki: “Suların daim, bilgeliğin kaim olsun, Adem Baba! Ama kusurumu affeyle, ben kalamam! Benim kaderimde bu yalan dünyayı dolanmak yazılı”.
 
 

Akşamdan çıkınını derler. Erken yatıp, seher vakti yola düşer:

Ha şurda dur, ha burda dur,
Tavanın enince, iğnenin boyunca
Uzun boylu yol giderek
Döner baba ocağına
Babası der “Hoş gelmişsin Güloğlan! De bakalım ne dersin, şimdi hayatta n’edersin?”. Güloğlan başından geçenleri teker teker anlatır. Babası dinler dinlemesine de, dinleyip de ne mi der?

Uzatmayalım kâmeti, kopartırız kıyameti. Ben kâhin değilim ki bileyim babasının ne dediğini. Siz olsanız ne derdiniz? İşte o da sizin derdiniz! Varın, onu da siz uydurun.
 
 

Var varanın, sür sürenin,
Destursuz bağa girenin
Çubuksuz tütün içenin
Hâli budur padişahım!
Gökten üç elma düşmüş; biri Güloğlan’a, biri dinleyenlere, biri de bana.