Doksan Yıllık Yaşamımdan Anılar



Bütün Dünya 2000 dergisinin Nisan 2006 sayısından özetlenerek.

Erbil Kalesi'nde doğdum ve ilkokulu orada Türkçe olarak okudum. O dönemde, ayrıca İngiliz bir hocadan özel dersler alıyordum. Lozan Antlaşması'yla Musul vilayeti İngiliz Mandası'na bırakıldığında Türkçe eğitim yasaklandı. Bunun üzerine ailem, beni, ortaokul ve lise eğitimim için Beyrut Amerikan Kolejine [1] gönderdi. Gurbetteyken sıla hasretini zaman zaman şu satırlarla dile getirirdim:

Erbil Hasreti
Gidin dostlar gidin, doğduğum yere,
Erbil Kalesi'nde mor sümbül vardır.
Kunyan'ın [2] içinde akar bir dere
Dere kenarında sarı gül vardır.

Erbil mektebinde geçti günlerim,
Orada yeşerdi millî hislerim,
O demleri anıp şimdi inlerim,
"İçimde oralı bir bülbül vardır."[3]

Şimdi kalan tek şey mezar taşları;
Umutsuz ninelerin gözyaşları;
Meyus dedelerin çatık kaşları;
O yangın yerinde soğuk kül vardır.

Umudunu kesme, gerek yok yasa;
Sindirilmiş Erbil tekrar uyansa,
Erbil dilince mektepler açılsa
Destek olacak bir gönül vardır.
Hey İhsan kederin başından aşkın,
"Bitip tükenmeyen elem-i aşkın,"[3]
Aynaya baktıkça olursun şaşkın,
Karşında bir mahzun, bir melül vardır.

Aldığım özel derslerin de etkisiyle, kolej eğitimimi normalden daha kısa bir sürede başarıyla tamamladım. Dileğim hekim olmaktı. O sıralarda İstanbul Şehremini Salih Salim Paşa'nın oğlu Vahit ile arkadaşlık ediyordum. En iyi tıp eğitiminin Viyana'da ve İskoçya Edinburgh'da olduğunu Vahit'ten öğrenmiştim. Brezilya vatandaşı Alman asıllı bir hocadan Almanca ders aldım. Bir de Edinburgh Üniversitesine başvurdum. Oradan verilen bilgiye göre bu üniversitenin yabancı öğrenci kontenjanı dolmuştu ve ancak üç yıl sonra açılacaktı. Üniversitenin Bağdat'ta kendi programlarını uyguladığı bir tıp fakültesi olduğunu ve üç yıl sonra Edinburgh Tıp Fakültesine alınabileceğimi bana bildirdiler.

Bağdat Tıp Fakültesine başvurmak için on sekiz yaşında olmam gerekiyordu. Hâlbuki yaşım on yediydi. Bu bir yılı Beyrut Amerikan Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde geçirdim. Orada İngiliz ve Arap dilleri ve edebiyatı dersleri aldım. Ertesi yıl, yani 1933'te Bağdat Tıp Fakültesine yazıldım. Bundan üç yıl sonra da Edinburgh yerine İstanbul Tıp Fakültesinde eğitimimi sürdürmeye karar verdim. İşte, anavatana gelişim ilk o yıllarda oldu.

İstanbul'a geldiğimde Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Nurettin Berkol'a başvurdum. Prof. Berkol, Bağdat Tıbbiyesini tanımadıklarını söyleyince, "O zaman beni birinci sınıfa alın," dedim. Prof. Berkol, yazık olacağını ancak, beni imtihan ederek hangi sınıfa uyum sağlayacağımı belirleyeceklerini ve ona göre işlem yapacaklarını söyledi. Prof. Akil Muhtar Özden'in başkanlığında, Alman hocaların da yer aldığı bir jüri beni imtihan etti. Jüride tıpla ilgili her şey soruldu. Mikroskop altında doku kesitlerini değerlendirmem istendi. Kimi normal kimi kanserli hücreleri teşhis ettim. Beklememi söylediler. Kısa bir süre sonra jüri başkanı Akil Muhtar Özden odasına çağırdı: "Evladım sen tıbbiyeyi bitirmişsin. Seni son yıl olan beşinci sınıfa alalım. Ondan sonra bir yıl staj yaparsın," diyerek kararlarını bildirdi. Beşinci sınıfın sonunda bütün dersleri pekiyi ile geçip sınıf birincisi olarak staja başladım. Böylece, tıbbiyeyi de normalden bir yıl daha kısa bir sürede bitirmiş oldum.

1938'de Ankara Numune Hastanesinde Prof. Albert Eckstein'ın asistanı olarak ihtisas çalışmalarıma başladım. 1940 yılında, yirmi beş yaşındayken çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı olarak Bağdat Çocuk Esirgeme Kurumu Hastanesinde başladığım görevim dört yıl sürdü. Ardından ABD'de Harvard ve Washington Üniversitelerinde pediatrinin ileri uzmanlık alanlarında çalışma ve araştırmalarımı sürdürdüm. 1947 sonlarında Amerikan Akademi üyeliğine seçildim. ABD'de öğretim elemanı olma tekliflerini kabul etmeyerek eşim ve iki çocuğumla birlikte yerleşmek üzere yurda döndüm.

Bir yıl önce Ankara'da Tıp Fakültesi açılmıştı. Döndüğümde Prof. Eckstein beni öğretim görevlisi olarak yanına aldı. Daha sonraki yıllarda Ankara Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı Ankara Çocuk Sağlığı Enstitüsünü kurmam mümkün oldu.

1961-1962 yıllarında enstitüye bağlı üniversite düzeyinde hemşirelik, tıbbi teknoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, beslenme ve diyetetik bölümleri açıldı. Çocuk sağlığı ve hastalıkları alanında eğitim almak üzere altı yıl önce Amerika'ya gönderdiğim genç elemanlar da yurda dönerek Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hacettepe Çocuk Hastanesinde açılan bu bölümlerde hizmet vermeye başladılar.

1963 yılında, Ankara Üniversitesi bünyesinde ikinci bir tıp fakültesi olarak açılan Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi tamamen değişik bir sistemle tıp eğitimi vermeye başladı. Bu yeni fakültenin uyguladığı özgün eğitim sistemi uluslararası düzeyde yankı uyandırdı. Hollanda ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülke, bu sistemi yerinde inceleyerek örnek almak istedi. Hollanda'da yayımlanan Algemeen Dagblad ve De Telegraf gazetelerinde şu haber yer aldı: "Jan Tinbergen Türkiye'ye ekonomik danışman olarak gitmişti. Şimdi de Türkiye'den İhsan Doğramacı bize, eğitimde ve özellikle tıp eğitiminde danışmanlık yapıyor"[4]

1966'da Londra Üniversitesi Yöneticisi (Vice Chancellor) Sir Brian Windeyer başkanlığında kurulan Kraliyet Komisyonu, Hacettepe'ye gelerek incelemelerde bulunur. İlgili makamlara düşünce ve önerilerini iletir. Bu konuda Participant Journal’ın Ocak 1967 tarihli 25. sayısında yayımlanan yazılardan bazı alıntılar:

İngiliz Kraliyet Tıp Eğitimi Komisyonunun üyeleri, Hacettepe Tıp Merkezini ziyaretlerinde gördüklerinden çok olumlu izlenimler edinmişlerdir. Türkiye'de, tıpta, tıp eğitiminde ve hastanecilikte büyük ve başarılı bir değişim olduğu saptanmıştır. Bu konuda Londra Üniversitesi Vice Chancellor'ı Sir Brian Windeyer tıp haberleri muhabirimize şunları söylemiştir: "İngiltere'de uygulamak istediğimiz eğitim sistemi, Hacettepe'de uygulanmakta olan sistemin aynısı olacaktır." (s. 32)

Öte yandan, Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesinin bu başarısını içine sindiremeyenler vardı. Bu kuruluşa yapılan saldırılara tepki gösteren Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim ve Geçirdiklerim adlı kitabında, benim, "o yaman Hacettepe ocağını yıkmayı iş edinen barbarlarla karşı karşıya" olduğumu dile getirir.[4]

Hacettepe Tıp Fakültesi kurulduktan üç ay sonra da Ankara Üniversitesi beni üniversite rektörü seçti. İki yıl süren rektörlüğüm sırasında yıllardır karkas hâlinde olan Ankara Tıp Fakültesinin Morfoloji binasının tamamlanmasını sağladım ve bu iki yıl içerisinde her fakülteye bir veya iki bina ekledim.

İki yıllık Ankara Üniversitesi rektörlüğü görevim sırasında yönetimde yaşadığım sorunlardan arınmış yeni bir üniversite kurulması teşebbüsüne geçtim. Bu üniversite, diğerlerinden daha farklı bir kanunla kurulacaktı. Burada rektörlük süresi iki yıl yerine beş ila sekiz yıl olacaktı. Rektörü, tüm öğretim üyeleri yerine Üniversite Senatosu kendi üyeleri arasından seçecekti. Mali mevzuatta büyük kolaylıklar sağlanacaktı.

Hacettepe Üniversitesi yürürlükte olan sistemin dışında bir düzen getiriyordu. O yıllarda üniversitelerde boykotlar ve anarşi hüküm sürüyordu. Bunun istisnası Hacettepe'ydi. Hacettepe Özel Kanunu çıkar çıkmaz üniversitede öğrencilerin ve asistanların yönetime katılma ilkesi kabul edildi.

Sekiz yıl boyunca bu üniversitenin rektörlüğünü yaptıktan sonra, artık, mesleğim olan çocuk hekimliğine dönmek istiyordum. Ne var ki, yıllardır mesleğimi icra etmediğim için asistanlarım beni çoktan geçmişlerdi. Bu nedenle, Paris V (Descartes) Üniversitesinde misafir profesörlüğü kabul ettim. Bu arada Uluslararası Pediatri Kurumunun başkanlığını da sürdürüyordum. 1981'de yükseköğretimde reform çalışmaları için yurda daveti memnuniyetle kabul ettim. Altı ay süreyle çeşitli ülkelerde en ileri üniversitelerin mevzuatlarını yeniden inceledim. Hazırladığım kanun kabul edildi ve YÖK başkanlığına getirildim. 1981'de yürürlüğe giren YÖK Kanunu'na karşı çıkan çok oldu. Zaman gösterdi ki, bu kuşkular yersizmiş.

1982 Anayasası'nın hazırlanma aşamasında, anayasa son şeklini almadan önce Danışma Meclisinden gelen anayasa taslağı üzerinde Konsey incelemelerde bulunurken davet edildim. Anayasa'ya iki madde eklenmesi önerim kabul edildi ve kazanç amacı gütmeyen vakıf üniversiteleri kurulabilmesine olanak sağlandı. Ve 1984'te kurduğum üç vakıf tarafından Bilkent Üniversitesi kuruldu. Üniversite, 1986'da ilk öğrencilerini aldı. Gerek Hacettepe Üniversitesinin gerek Bilkent Üniversitesinin gelişmesini izleyen birçok bilim ve devlet adamları bu kuruluşları ziyaret etmiş ve beğenilerini bildirmişlerdir.

1992 yılından itibaren yeni vakıf üniversiteleri kurulmaya başladı. Ankara'da Başkent Üniversitesi, İstanbul'da Koç, Sabancı ve diğer vakıf üniversiteleri kuruldu. Bu sürede yükseköğretim gören öğrenci sayısında ve yüzdesinde artış oldu. 1980'de yükseköğretim çağında bulunan 4 milyon gencin %6,3'ü üniversitelere, yüksekokullara ve akademilere devam ederken bugün 6 milyon olan genç nüfusun %33'ü üniversitelere devam etmektedir. Günümüzde, üniversite sayısı 24'ü vakıf olmak üzere, 77'ye ulaşmıştır [5]. Araştırma düzeyi ve üst düzey bilimsel yayınlar, uluslararası bilimsel araştırma sıralamalarında [6] 44'üncü sıradan 19'uncu sıraya yükselmiştir.


1 O dönemde, Beyrut Amerikan Üniversitesi Hazırlık Okulu.
2 Kunyan, Doğramacıların, içinde akarsuları, su değirmenleri, bağ ve bahçeleri olan çiftliğidir.
3 Bu dizeler, Beyrut'ta yaşadığı dönemde İhsan'ın okulunda öğretmenlik yapmış olan Filozof Rıza Tevfik'in "Uçan Kuşlar" adlı şiirinden alınmıştır.
4 Ertuğ, Celal. Türkiye'de ve Dünyada İhsan Doğramacı Olayı. İstanbul: Komat Matbaacılık Sanayi Ticaret A.Ş., 1996. 27-28.
5 Şubat 2010 itibariyle YÖK verilerine göre, Türkiye'de 45'i vakıf, 94'ü devlet üniversitesi olmak üzere 139 üniversite bulunmaktadır.
6 ABD, Philadelphia, Institute for Scientific Information


Özgeçmiş

Hakkındaki Övgüler

Hakkında Yazılan Kitaplar

90 Yıllık Anılarım

İhsan Doğramacı'nın Ardından Basında Yer Alan Haberler

Bilkent Üniversitesi Gazetesi Prof. İhsan Doğramacı Özel Sayısı (PDF*)
          * PDF Dosya formatındaki dökumanları açabilmek için bu bağlantıdan Acrobat Reader programına ulaşabilirsiniz.  
             
             
             
© İhsan Doğramacı Vakfı, Ankara - Türkiye   |